“İhtiyacın olan ve istediğin şeyi keşfettikten sonra uğruna savaşmanın geç kalmışlığı olmaz.”
Yaren Menteşe
İnsanların detay yetisinin köreldiğini düşünür oldum, özellikle son birkaç yıldır. Her gün rutinleşen aktivitelerimizi gerçekleştirirken şahit olduğumuz kaç detayın farkındayız? Defalarca önünden geçtiğimiz o ağacın, aynı saatte duyduğumuz sesin, aynı anda toplu taşıma durağına vardığımız insanın taktığı yine aynı tokanın renginin… Kahve aldığımız işletmenin tavanındaki küçük çatlak belki de? Bunlar aslında gördüğümüz ama farkında olmadığımız detaylar olabilir lakin yaşadığımız mahalle/şehir, özellikle görmek için gittiğimiz o sokak, akşam arkadaşlarımızla buluştuğumuz sahil kenarı, bunlar ve saydığım örneklerin sahip olduğu mimari bozukluklar, çoğumuzun farkında olduğu ve buna rağmen düzenlenmesi için çoğu zaman görmezden geldiğimiz detaylar aslında. Peki söz konusu sosyal platformlarda ya da konuşma esnasında bir şeylerden bahsetmek olurken inanılmaz aktivist kesilen yanımız, işin pratiği söz konusu olduğunda neden birden oksimoron hale bürünüyor?
Şu soruyu tartışarak başlayabiliriz: İçmimarlık/Mimarlık mesleğinin Türk insanı için yeri nedir ve ne olması gerekir? Yaşadığımız bölgeden başka bir yere seyahat ettiğimiz zaman gördüğümüz, mimari tasarım vizyonu farkı sayesinde şu anki mimarimizden daha gelişmiş olarak değerlendirdiğimiz yapılar olabiliyor. Bunu ele alırsak İçmimarlık/Mimarlık mesleğinin ülkemizde beklenilen doğrultuda gelişmiyor olduğunu görmüş oluyoruz aslında. Bu geride kalışın sebepleri arasında önemli olduğunu düşündüğüm kültürel öğrenmişlikler, aile yapıları, tarihsel olaylar, coğrafi uygunluk gibi etkenleri ve ne şekilde etkiliyor olduklarını konuşmak istiyorum. Terry Eagleton’ın dediği gibi: “Sanatsal anlamıyla kültür avangart olabilir ama bir yaşam tarzı olarak kültür çoğunlukla geleneklere bağlıdır.” Çok uzağa gitmeden örneklendireyim: 90 kuşağına kadar çoğumuzun evinde dekorasyon ögesi olan dantel dahi atalarımızın bize mirası olduğu için kullanıldı. Salon vitrinlerinde sergilenen gümüşlükler, porselen takımlar, o güzel seramik fincanlar ev halkı tarafından kullanılmak yerine gelen misafire sergilenen ögelerden fazlası değildi. Büyüklerimizin evindeyken bayram temizliği yapıldığında ortalık dağılmasın diye misafir gelene kadar salona kimse giremezdi mesela. Bunun alt bilincinde yatan şey şudur: Çoğu insan kendi evinde ev sahibi olarak değil, misafir olarak yaşadı. Aslında ev dediğimiz yerleşim birimi kişinin kendine ait özel alanıdır, kendi alanıdır. Bu alışkanlıklar küçüklüğümüzden beri şahit olduğumuz şeyler olmanın yanı sıra, bugün mimar/tasarımcı olmuş bireylerin bilinçaltında yaşayan öğrenilmişlikler olarak yer ediniyor. Belki de farkında olmadan bugün tasarladığımız birçok alanı bu kültürel kodlamaların etkisinde kalarak yapıyoruz. Biz henüz kendi evimizde bile çoğu zaman ev sahibi olamıyorken, bunun yanı sıra diğer ülkelerde mimari ögelerin işlendiği çeşitli programların yapıldığını görüyoruz. Örneğin: Acemi Ustalar, Acil Ev Aranıyor, Al Onar Sat, Emlak Avcıları, Eski Semt Yeni Ev, Harabeden Harikaya… Türkiye’de bu tarz programlar göremiyoruz çünkü toplumsal olarak bu içerikte programların yapılması için gerekli kültürel alt yapı, ülkemizde farklı bir bakış açısıyla gelişmiş. Bizdeki mimari süreç bahsini ettiğim programlardaki gibi işlemiyor maalesef. Sadece bu da değil. Ağaç Ev kültürünü ele alacak olursak; Türkiye’de özellikle Karadeniz Bölgesi gibi birçok alan coğrafi açıdan elverişli olmasına rağmen bu bir kültür haline gelmemiş. Buraya kadar bir sorun yok ama benim anlamadığım şu oluyor her seferinde: İnsanlar yurtdışında yapılan ağaç evleri mest olarak incelerken, keşke bizim de bir ağaç evimiz olsa derken neden yapamıyor/yapmıyor oluşunu sorgulamıyor, üzerine düşmüyor? Toplumsal olarak bu içerikte programların yapılması için gerekli alt yapımız olsa ne gibi farklılıklar olabileceğine dair düşündüğümde bir tasarımcı olarak heyecanlanıyorum. İnsanlar belki de mesleğimizin mutfağını izleyerek, kendilerinin yaptığımız işin neresinde olduklarını deneyimleme fırsatı bulabilir hem de farklı platformlarda. Program çeşitliliğinin de fazla olmasıyla birlikte bir mekanı tasarlamanın sayısız detayı içinden, kendilerine en yakın gelen noktaları keşfetme şansı bulabilirler böylelikle. Yeterli koşullara sahipken bu kültürü yaşatmak yerine sadece seyirci kalışımızı üzülerek kabul edemiyorum.
Coğrafi koşulların, bize miras kalmış ve benimsetilmekten ziyade ezberletilmiş kültürel öğretilerin yanı sıra, tarihsel sürecin de etkisiyle gelişerek bugünkü halini alan bu bakış açısı farkında olmadan hayatımızın her alanını aynı ezber sistemle yönlendiriyor. Ne demek mi istiyorum? Bana göre bir ülkede temel ihtiyaçlara hizmet eden alanların herkes tarafından ulaşılabilir olması gerekir; sağlık sektörü, ulaşım, toplumsal ortak alan kullanımı gibi. Örneğin, engelsiz tasarım kapsamında yapılan projeler ekstra projeymiş gibi gösteriliyor fakat bu temel bir ihtiyaç olduğu için standartın ötesinde ya da özel bir proje şeklinde görülmemeli diyorum. Bunu bu şekilde özelleştiren şey özellikle yaşam alanımızı benimsememekle ilgili olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum şahsen. Kendi ülkemde olması gerektiği gibi yaşayamıyorum mesela. Standart kavrama dahil olması gereken şeyler birer lüks ya da ayrıcalık haline gelmiş durumda. Sosyal Sorumluluk Projeleri söz konusu olduğunda Engelsiz Tasarım diye bas bas bağıran belediyelerin, kaldırımın ortasındaki elektrik direğine uygun proje çıkartmıyor oluşunu algılayamıyorum mesela. Her gün benzeri kaldırımlardan geçerken sesini çıkarmayan bizler de buna dahiliz tabi. Burada mimari ölçekten öte kent ile orada yaşayan insanların iletişimini, arada kurduğu veya kuramadığı bağı durup bir düşünelim istiyorum çünkü bulunduğumuz, gezip gördüğümüz sokaklarla, orada yaşadığımız ya da yaşayacağımız hislerle bağ kuramadan zaman geçiriyoruz… Toplumsal tasarım bu olmamalı. İnsanlar için yaptığımız tasarımın bir anlamı olmalı… Kendimize yaşam alanımızı benimsiyor/benimseyebiliyor muyuz diye sorsak evet diyebilecek kaç kişiyiz şurada? Yürüdüğümüz sokaklar bile yaşam alanımıza dahil fakat mekanları yaşam biçimi açısından ayrıştırmak bize birçok noktada kopuk bir etkileşim sağlıyor, kaçımız bunun farkındayız? Üstelik bağ kuramıyor oluşumuz sosyal analiz açısından kültürel bakış açımızı da etkiliyor. Bulunduğunuz ve gezdiğiniz her yer, sosyal yaşama dahil olduğunuz alanlardır ve kendinizi ait hissetmediğiniz yerde sosyal hayata uyum sağlayamazsınız. Kendi açımdan bir örnekle taçlandırmak istiyorum bu konuyu. Öğrencilik zamanımda evde çalışmaktansa bir kafeye gidip çizim yapmak daha çok hoşuma giderdi ama dijital çizim bu kadar yaygın olmadığı için teknik çizim yapmam gerektiğinde eskiz kağıdımı masaya bantlamadan doğru çizim yapamazdım ve çoğu kafe çalışanı buna izin vermezdi. Yaşadığım şehrin her anına karışamıyordum ve günün sonunda mutlu hissetmediğim mekanlarda zaman geçirirken bulabiliyordum kendimi. Bahsettiğim anı bu duruma verebileceğim örneklerden sadece bir tanesi. Başka bir ülkede ya da başka bir şehirde aynı şeyi deneyimlemek istediğimde çalışanların tepkisi daha farklıydı. Yaptığım işle benden daha çok ilgilenenler oldu. Bu kültür bazı bölgelerde gelişmemiş, benimsenmemiş maalesef ve bu durum beni üzüyor. Çevremde buna uygun kafe tasarımları o kadar az ki. İstanbul gibi bir metropolde dahi sayısı bir elin parmağını geçmez belki de. Benim bilmiyor olduklarım olabilir, yine de fark etmiyor. Özellikle araştırarak bilmeme gerek kalmayacak sayıda olabilmeli böyle tasarımlar. Bir de bunun diğer versiyonlarını düşünelim. Sadece kafeler değil, yemek yediğimiz kafeteryalar, gittiğimiz konser alanları, yaşadığımız sokaktaki yeşil alan belki de. Anlatmaya çalıştığım durumun mantığını bu alanlara yayarsak aslında tek bir tasarım eksikliği ile hayatımızın en yoğun olan bölümü ne kadarda etkileniyormuş değil mi? Vatandaşın ve mimarın/tasarımcının/şehir plancının bu bağı kuramamasından, olması gereken konumda olamamasından bahsetmiyorum bile…
Hazır İçmimarın/Mimarın Türkiye’deki yerini sorgulamaktan bahsetmişken: Mimarlardan önce kentte yaşayan insanların kendi yaşam alanlarını sorgulayıp eleştirmiyor oluşu ne kadar doğru geliyor size diye soru yöneltsem? Ben neresinden baksam benimseyemiyorum bu tutumu. İçinde yaşayanlar bile bir şeyleri irdelemiyor veya düşünmüyorken mimarlar, şehir plancılar ne derecede kent olgusuna katkıda bulunabilir ki? Aslında mimari/kentsel tasarım dediğimiz şey insanı fazlasıyla ilgilendiren bir konu fakat insanlar bu konuya oldukça uzak ya da görmezden geliyor. Ben yaşadığım şehirde görmek istediğim kentsel tasarımı sadece mimarlarla konuşabiliyor olmak istemezdim bizzat. Bunu konuşuyor olabilmek için mutlaka Mimar ya da Şehir Plancı mı olmak gerekir? Dünya üzerinde yaşadığımız sürece hepimiz bu işin içindeyiz ama insanlar kendini yaşadıkları hatta doğup büyüdükleri alana dahil etmiyor. Toplumdan yeterli sahiplenmeyi ve desteği görmediğimizi düşünüyorum bu sebeple. Bunun yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşiyor olmak hepimizi ilgilendirirken, çoğumuz buna farkındalığımızı kapatıyoruz. Aslında mimar ve vatandaşın iletişimi o kadar önemli ki. Bireyler taleplerini belirtmez, bunun arkasında durmazsa bizler nasıl ve hangi tasarımlarla karşılık verebiliriz? Bu yazının kamu spotuna dönmesini tercih etmem ama sanırım biraz sesimiz duyulsun istiyorum. İnsan için tasarlamaktan öte her canlıyı düşünerek tasarlamak bizim için inanılmaz heyecan vericiyken, aynı heyecanı kentin her yerinde sizler de benimseyerek yaşayın istiyoruz. İşe en basitinden evimizde yere atmadığımız çöpü, evimizin dışında bulunduğumuz sokaklara da atmayarak başlayabilir bir çoğumuz mesela. Şimdi bu konuya nereden geldim gibi düşündürmüş olabilirim sizleri ama işin özeti şu: Çevre bilincini oturttuktan sonra kent bilincine erişebiliriz ancak. Mimar ve vatandaşın iletişimi de tam olarak bu noktada başlamalı. Biz mimarlar/şehir plancılar öyle alanlar tasarlamalıyız ki, kişi kültürel öğrenmişliğinden öte çevre bilinciyle hissedebilmeli oraya çöp atmaması gerektiğini. Bu bilincin çocuklukta oturması gerektiğini savunanlar olduğunu biliyorum ama aidiyet duygusunu da hafife almamamız gerektiğini düşünüyorum. Kişi kendini ait hissettiği yere karşı daha hassas olacaktır. İnsanların birbiriyle etkileşimde olduğu yeşil alanlarda bulunmasıyla, her gün otobüse yetişmek için geçmek zorunda olduğu yeşil alanda bulunması arasında algı farkı oluşacaktır çünkü. Birinde bağ kurarken diğerinde farkında dahi olmadığı bir yerde bulunuyor kişi. Tüm bunlara istinaden tasarım bir bütündür fikrinden yola çıkarsak, insanların yaşadıkları şehirle arasında sosyal bağ kurmaması mimari tasarımı olumsuz yönde etkiliyor diyebiliriz kısaca. Tasarımlarımız onu deneyimleyecekler ile bir bütün olmadığı için ortak dile sahipken bile aynı dili konuşamaz haldeyiz bu yüzden.
Sizlere ve şahsıma sorularımı sordukça neden tasarlıyor olduğumuzu sorgularken buldum kendimi en son. Belki birkaçınızın da zihninde aynı soru belirmiştir. Bunu düşünürken Noam Chomsky’nin: “Toplumun genelinin neler döndüğünden haberi yoktur. Hatta haberi olmadığından dahi habersizdir.” sözü geldi aklıma. Belli bir düzen olduğu tartışılmaz bir gerçek, doğru. Tek arzum bizlerin bu kentsel düzene göre şekillenmesindense, var olan düzenin bize göre şekillenmesi gerektiğini fark edebilmemizle ilgilidir. Unutmayalım ki: Günümüz şartlarında sistem insanlığın bakış açısını bu düzensizliğe itiyor gibi görünse de, bu tavrı uyguluyor oluşumuz sistemi haklı çıkaran şeyin ta kendisidir… Bu düşüncelerimi paylaştığım insanlar arasında: “Ülkeyi sen mi kurtaracaksın? Bu kadar hatalı inşa edilmiş bir şehir düzelir mi sanıyorsun?” şeklinde söylemlerle yaşadığı kente dair umudunun kalmadığını gördüğüm bireylere söylediğim ve söylememiz gerektiği gibi: İhtiyacın olan ve istediğin şeyi keşfettikten sonra uğruna savaşmanın geç kalmışlığı olmaz :)
İçmimar
Yaren Menteşe
Comments