top of page
Yazarın fotoğrafıAybüke Ayden

Her Şeyin Başladığı Yer

Güncelleme tarihi: 4 Ağu


Başlığı okuyunca aklınıza ilk olarak ne geliyor bilmiyorum ancak kastettiğim şey pek de mecazi bir şey değil. Doğru tahmin, çocukluğumuza iniyoruz!


Daha önce de içerisinde bulunduğum bir tasarım sürecinde “tasarımdaki buz dağı” olarak nitelendirdiğim psikoloji olgusundan bahsetme fırsatı bulmuştum ancak bu kez tasarım kaygılarında, buz dağını yeni yeni oluşturmaya başladığımız çocukluk sürecine ve aynı zamanda psikolojik yansımalarına değineceğim. Tasarım sürecinde gözden kaçırılmaması gereken kullanıcı psikolojisine dair genel bir bakış açısıyla birlikte, teknik ve teorik olarak çok güzel bilgilerin yer aldığı bir başka hazımız daha blogumuzda mevcut; Mekanların İzi: Psikoloji. Okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum!


Çocukluk... Aslında çoğumuzun atladığı, devam eden yaşam sürecinde izlerinin pek olmadığını düşündüğü temel süreç. Buz dağının görünmeyen kısımlarında kalan izler, dışarıdan görülmese de içeride durmaya devam ediyor. Bu durum da tüm tasarım sürecimizi etkileyen temel faktör oluyor.


Bir tasarım yarışması için hazırlandığım sırada tasarım fikirlerimin çocuk mobilyalarına yatkınlığını fark edince, aslında sadece çocukluk hayallerimi tasarlamak istediğimi fark etmiştim. Küçüklüğümden beri iç mekân tasarımına meraklı bir çocuk olarak, odamı kafamda her zaman ikiye bölerdim. Bana özel bir yerde, daha özel bir alan olan ikinci mekân hissiyatı… Aslında bunun sebebi nedir sorusu için Türk Aile Gelenekleri en rahat verilecek cevap olabilir. Çocuğun odasında yalnız kalmasına olanak tanımayan evhamlı bir anne, odada ne yaptığına dair meraklı bir kardeş, kapı çalma tamlamasını duyduğunda Fransızca konuşuluyormuş gibi tepki veren bir baba. Ardından kendi alanını oluşturup, kendisini tanımaya fırsat bulamayan çocuk.


Aslında hepimizin geçtiği yollar az çok aynıydı; çocukken minderlerden yapılan çadırlar, sandalyelerin üstüne örtülen örtülerle aşağıda kalan ve oyun oynanan boş hacimler, çoğu çocuk için çok cazipti. Bana ise tam anlamıyla hiçbir zaman cazip gelmemişti çünkü mekân oluşturma hissiyatı geçici bir his değildi. Oyunlar aracılığıyla oluşturulmaya çalışılan mekanlarsa her zaman geçiciydi. Üstelik estetik bir kaygı taşıdığımdan bir haber büyürken, mutlu hissedemediğim o koca koca bordo koltuk minderleri, koyu kahverengi sandalyelerin üstüne örtülen desenli örtüleri tam benimseyemediğim de söylenebilirdi. Aslında fark etmeden kasvetin içine doğduğumuz o yıllarda, mutlu olabilmek o kadar kolayken estetik ve psikolojik kaygılar yüzünden kendimi çocukluğun akışına da kaptıramamışım sanırım. Oyunlara katılmış ancak bir yere kadar eğlenebilmişim. Benim gibi olanlar eminim vardır demeyeceğim çünkü hepimiz fark etmesek de bunu yaşadık. Belki bazılarımız daha çok eğlendi, belki bazılarımızın taşıdığı estetik kaygı değeri kimilerine göre daha azdı ancak bunu tanımlayabilmemiz için zaman gerekliydi.


Tasarım, hayatımızı psikolojik olarak sessizce etkilerken, geri dönüşlerimizin aslında pek de sessiz olmadığını kabul etmek gerek. Çocukken büyüdüğümüz çevre, -tıpkı doğar doğmaz anne ve babayla iletişime geçmemiz gibi- bizimle iletişime geçiyor. Elbette burada en büyük sorumluluğu alanlar ebeveynler. Sağlıklı bir birey yetiştirebilmeleri için sağlıklı tasarımlarla, onların hayal gücünü renklendirmeliler! Kendini tanımaya fırsat bulamadıkları çocukluklarından sonra, kendilerinden sonra gelecek olan nesillere güzel ve yaratıcı mekânlar bırakmaları zor değil ki yeniliklere açık olmak ise bambaşka bir konu.


Yine de 90'lı yılların güzel çocuklarına, şimdilerde ise meslektaşım olmuş güzel insanlara selam olsun.


Aybüke Ayden




105 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page